* 68 Kuşağı


68 Kuşağı, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Harun Karadeniz Sinan Cemgil gibi devrimci önderlerin liderliğinde oluşturulan Türkiye'de ki komünist hareketin adıdır.



 Mustafa Kemal Yürüyüşü 

1960'lı yılların içinde bulunduğu ve tüm dünyada esen özgürlük akımından ve savaş karşıtlığından etkilenmiş ve Türkiye'de sol görüşlü 60 gençliğinin oluşturduğu bir akım olarak bilinir.

68 kuşağı Türkiye'de Deniz Gezmiş (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu-THKO), Mahir Çayan(Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi-THKPC), İbrahim Kaypakkaya(Türkiye Komünist Partisi / Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu-TKP/TİKKO), Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi solu kendi içinde çeşitli fraksiyonlara bölen devrimci ve eylemci öğrenciler oluşturmuştur.


Deniz Gezmiş

68 kuşağının içinde bulunduğu olaylarda sağ ve soldan birçok gencimiz hayatını yitirmiştir.Bu dönemde özellikle göze çarpan olaylar "kanlı pazar" ve 6. Filo'ya karşı yapılan Amerikan askerlerinin denize atıldığı olaylardır.Kanlı Pazar olayında 5 kişi bıçaklanmış ve 3'ü ölmüştür.Devrimcilerin 6. Filo'yu protesto amaçlı başlattıkları bu yürüyüşte radikal sağ görüşlüler bıçak ve sopalarla saldırarak devrimcileri yaralamıştır.

  
Mahir Çayan

Deniz Gezmiş ile Mahir Çayan'ın önderliğini yaptığı iki fraksiyon o dönemde hedef seçilmiştir. Bunun üstüne Mahir Çayan önderliğindeki THKPCanarşizm ile mücadele kararı almıştır.Deniz Gezmiş önderliğindeki THKO ise anarşizme uzak kalmıştır.Ancak emniyetin yakalanan devrimcilere şiddet uygulaması bu gruptada anarşizm hareketini ateşlemiştir.




68 Kuşağı İle İlgili Devam...

68 Kuşağı, 1940’lı yılların ortalarından itibaren emeklemeye başlayan Cumhuriyet’in emanetçisi bebeklerin, bu aydınlık ufuklarda büyüyüp gençliğe adım atmalarıyla ortaya çıkan ve artık başka bir dünya arayışıyla ülkemizi emperyalist bağımlılık ilişkilerine ve emperyalist borç batağına sürüklemeyi tercih eden işbirlikçi politikalara karşı bağımsızlığın direniş mevzisi olmasıdır. 1950’li yılların sonunda “Olur mu böyle olur mu / Kardeş kardeşi vurur mu / Kahrolası diktatörler bu dünya sana kalır mı?” gibi marşlarla ifade edilen bir kalabalıklaşma ve dayanışma dalgası 27 Mayıs Devrimi’ni doğurmuş ve bu kuşakların mücadelesinin yansıdığı önemli bir atılım olarak özgürlük ve bağımsızlık yolundaki gençliğin mücadelesine yeni aydınlıklar açmıştı.


68 Kuşağı, Can Yücel’e; 
 
En uzun koşuysa elbet 
Türkiye’de de devrim  
O, onun en güzel yüz metresini koştu  
En sekmez luverin namlusundan fırlayarak... 
En hızlısıydı hepimizn,
en önce göğüsledi ipi,
Acıyorsam sana anam avradım olsun,  
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun...

dedirten Deniz Gezmiş gibi önderleriyle büyüyen ve tüm gençliği sarmakla kalmayıp toplumun tümünü kucaklayan bir sevdaya dönüştü.

O dönemin sevdasının “Kahrolsun Emperyalizm, Bağımsız Türkiye, Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye, NATO’ya Hayır, Amerikan Üslerine Hayır, Kahrolsun Emperyalizm ve Yerli İşbirlikçileri, Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi, Emek En Yüce Değerdir, Atatürk Geliyor...” gibi sloganlarla yaratıldığını söylemek yeterlidir.




İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan emperyalizmi dünyanın dört bir yanına ahtapot kollarını uzatmıştı. Ama dünyanın dört bir yanından da çoban ateşleri gibi emperyalizme karşı mücadele yangınları başlatılmıştı. Afrika’nın dört bir yanı, Latin Amerika, Güneydoğu Asya, Vietnam, Ortadoğu, Filistin kaynıyordu. 


68 patlaması yaşanmaya başladığında ülkemizde bir karşı devrim yaşanıyordu ve bu karşı devrime dur demek için 68 Kuşağı ayağa kalkmıştı. Ülkemiz gençliği de, Vietnam ve Filistin direnişlerinde simgelenen antiemperyalist özle büyük bir kararlılık, kitlesellik, dayanışma ve coşkuyla ayağa kalktı. 


6.Filodaki Amerikan Askerlerinin Kaldığı Opera Oteli
 Önünde Yapılan Eylem

6. Filo’nun bir daha yıllarca denizlerimize gelememesi, sözde “Barış Gönüllüleri”nin toprağımızdan kovulması, ulusal değerlerimizin sahiplenilmesi, bağımsızlık bilincinin yükselmesi bu dönemin yadsınamaz zaferlerindendir.

* 1968 Öğrenci Olayları, Vedat Demircioğlu'nun Ölümü


15 Temmuz 1968’de İstanbul’a gelen 6. Filo’ya karşı protesto eylemleri düzenleyen İTÜ öğrencilerinin kaldığı İTÜ Talebe Yurdu, 17 Temmuz’da sabaha karşı polis tarafından basılır. Baskında birçok öğrenci yaralanırken pencereden atılan ve komaya giren Vedat Demircioğlu, 24 Temmuz’da yaşamını yitirir. Ve olaylar daha da büyüyerek devam eder...

17 Temmuz sabaha karşı toplum polisinin İTÜ Talebe Yurdu’na yaptığı baskında pencereden atılarak komaya giren TİP üyesi Vedat Demircioğlu 24 Temmuz 1978'de yaşamını yitirdi. Vedat Demiroğlu’nun ölümü üzerine devrimci öğrenciler eylem kararı alırlar. 




Sosyalist Devrimciler olarak anılan Türkiye İşçi Partisi (TİP) çizgisindeki Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) üyesi öğrenciler Aksaray’daki TİP binası önünde ve İTÜ’de, Demokratik Devrimciler adıyla anılan Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) üyesi öğrenciler de İstanbul Üniversitesi Merkez kampüste toplanmaya başlarlar.





Vedat Demircioğlu’nun yaralandığı 18 Temmuz sabahında ITÜ Gümüşsuyu kampusünde,
Vedat’ın kan izlerinin üstüne konulan bir döviz; Arkadas, kan izini takip et...


Taksim'de Protestolar

17 Temmuz’da 6. Filo’yu protesto eylemleri sırasında devrimci öğrenciler arasındaki fikir ayrılığı giderek büyümüş, birbirlerini suçlamaya kadar varmıştı. FKF’li öğrenciler kollarına taktıkları siyah bantlarla Vilayet binasına doğru yürüyüşe geçerler. Polisle çatışmama, yere oturarak pasif direnişe geçme kararı almış olan Harun Karadeniz’in önderliğindeki öğrenciler Vilayet önüne vardıklarında polis pasif direnişe bile zaman bırakmadan kalabalığı döverek dağıtır. Ardından gelen ikinci öğrenci grubu da polisin sert tepkisiyle karşılaşırken aldıkları karar doğrultusunda yere otururlar. Oturan öğrenciler polis tarafından tutuklanır. Deniz Gezmiş önderliğindeki Demokratik Devrimciler, polis tarafından Çemberlitaş’ta durdurulur ve öğrencilerle polis arasında çatışma çıkar. Günün sonunda 47 öğrenci tutuklanırken, birçok öğrenci de yaralanmıştır...



Vedat Demircioğlu Cenaze Töreni

Cenaze Töreni

Ertesi gün Vedat Demircioğlu’nun cenazesi kaldırılacaktır. Fakat cenaze geceden Vedat Demircioğlu’nun ailesine teslim edilerek Konya’ya doğru yola çıkarılmıştır. Bunun üzerine devrimci öğrenciler cenaze törenini sembolik bir tabutla yapma kararı alırlar. 


O günün hikayesini dönemin eylemci öğrencilerinden Esat Korkmaz’ın Arba Yayınları’ndan yayınlanan "Kafa Tutan Günler  69 Güncesi" isimli kitabından okuyalım:

Vedat Demircioğlu için sabahın erken saatlerinden başlayarak Hukuk Fakültesi önünde toplanan öğrenciler, Anıtı çevresinde ellerinde Vedat’ın portrelerini tutarak saygı duruşunda bulundu. Daha sonra Dekan Reha Poroy, Prof. Tarık Zafer Tunaya ve öğrenci temsilcileri birer konuşma yaptı. Konuşmalar yapılırken üniversite bahçesine üzerine Türk bayrağı örtülü Vedat’ın sembolik tabutu getirildi. Sembolik tabutla yürüyüşe geçen öğrenciler Plevne Marşı’nı söyleyerek ve sloganlar atarak Adliye binasının önüne geldi. 


Yapılan kısa konuşmalardan sonra Cağaloğlu’ndan saparak Vilayet’e yürümek isteyen öğrencilere polis, cop ve kalkanlarla saldırdı; öğrenciler taşlarla saldırıya karşılık verince, Cağaloğlu bir anda savaş alanına döndü; öğrenciler coplandı ve yerlerde sürüklendi. Olayların boyutlanması üzerine Cağaloğlu’na askeri inzibatlar sevkedildi. Polisin öğrenciler üzerine acımasızca saldırısına askeri inzibatlar kayıtsız kalmayınca yer yer askerlerle polis arasında da çatışmalar oldu.

Konya’da Uzun Gece

Olaylar 25 Temmuz’da Beyazıt’ta yaşananlarla sınırlı kalmaz. 23 Temmuz akşamı başlayıp geç saatlere kadar devam eden bir başka olay daha yaşanır. Vedat Demircioğlu’nun cenazesinin Konya’ya getirileceğinin belli olması üzerine Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) Emperyalizmi Kınama mitingi düzenlemek ister. 


Ancak Konya’daki gerici esnaf örgütleri ve Komünizmle Mücadele Derneği bu mitingin yapılmasına karşı çıkarak daha sonraki yıllarda çokça göreceğimiz üzere  (Kahramanmaraş, Malatya, Çorum, Sivas benzeri...) gericileri sokağa dökmeyi başarırlar. 

Kenti yakıp, yıkmaya başlayan bu gözü dönmüş kara kabalıklar, Yeni Konya gazetesini, ilerici kitapevi ve kurumlara saldırdılar. Sokak başlarında kitaplar yakılır. Hızını alamayan kalabalık bu kez hedeflerini büyüterek kentteki eğlence yerlerine, kulüplere yönelir. Saldırılar sırasında meydana gelen deprem nedeniyle kentin elektrikleri de kesilince olaylar daha da büyür. Son durak Konya Orduevi’dir. Askeri birliklerin müdahalesi ile saldırılar son bulur.
    
Kaynak...

* Ortanın Solu Kavramı, 1965

Ortanın solu; CHP'nin sosyal yenileşme döneminin bilincine varışını ve Marksizmin sol yelpazenin en aşırı ekstremlerini bir akım hâline getirip, gençleri peşinden sürükleme sürecine girmesi ile bunu bir tehlike olarak gören İnönü'nün Solu başıboş bırakarak ülkeyi tehlikeli maceraların ağına ve kucağına terketmekten ise, başında kendisinin bulunduğu CHP'nin disiplini altında ve ılımlılık sınırında tutma girişimini ifade eden görüş.

1965 genel seçimlerinin hemen öncesinde 29 Temmuz 1965'te Genel Başkan İsmet İnönü, gazeteci Abdi İpekçi'ye verdiği mülakat sırasında CHP'nin çizgisinin 'ortanın solu' olduğunu ilk kez dillendirmiştir.

İnönü; "CHP, bünyesi itibariyle devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır."

İsmet İnönü bu konuda "...Aslında laikiz dediğimiz günden beri ortanın solundayız." demiştir.(Kim Dergisi, 13 Ağustos 1965).

1960'ların özgürlükçü dünyasında, 1961 Anayasası'nın sağladığı 'özgürlük' ortamının da etkisiyle yoksul kesimlerin ekonomik ve sosyal hak talepleri; TİP'in somut önerilerinin yaygın bir şekilde taban bulması; Amerika'ya duyulan güvenin sarsılması, CHP'yi saf belirlemeye zorluyordu.

Ortanın solu siyasetiyle CHP'yi bürokratik köklerinden, bürokrasi etkisinden koparmayı amaçlamıştı. Ortanın solu, CHP'nin bürokratik etkiden kurtulup halka açılımıydı.

İçinde yaşanılan dönem iki büyük damardan beslenmekteydi. Bunların ilki 1960'ların özgürlükçü dünyası diğeri de 1970'lerin sol-Marksist, literatürde çoğunlukla anıldığı şekliyle söyleyecek olursak, 'işçi sınıfı radikalizmi'ydi.


Kıta Avrupası'nda olanlarla Türkiye'nin çok kısa bir zaman farkıyla üst üste çakıştığını ve aynı zamanda Türk politik yaşamının gene Batıdan ne kadar etkilendiğini gösteren önemli bir kanıt ortanın solu kavramının göreli radikalleşmesidir. 

Bu, o dönemde yükselen ve hatta durdurulamayan toplumsal taleplerin itkisiyle CHP'yi bir bölünmeye daha taşıyacaktı. Bu defa Bülent Ecevit, dönüşüme direnen İsmet İnönü'yü aşacak ve CHP genel başkanı olacaktı. Ondan sonra da 'Türkiye'de halkın 'yüzde 40'ı merkez solda yüzde 60'ı merkez sağdadır' klişesini yaratacak şekilde 1977 seçimlerini kazanacaktı.

* 1965 ve 1969 Seçimleri, AP İktidarlıkları

Adalet Partisi İktidar 

Dört yıl sonra 10 Ekim 1965'de yapılan seçimlerde ise bu kez Süleyman Demirel'in başkanlığındaki Adalet Partisi, Adnan Menderes'in 1954 seçimlerinde aldığı yüzde 57.6'lık oy oranı rekorunu kıramasa da yüzde 52.9 oranında oy alarak iktidara geldi. 

1965 seçimlerinde CHP yüzde 28.7, MP yüzde 6.3, YTP yüzde 3.7, Türkiye İişçi Partisi yüzde 3, CKMKP ise yüzde 2.2 oranında oy aldı. 1969 seçimlerinde ise AP'nin oyları yüzde 46.5'e geriledi. 12 Ekim'de yapılan seçimde CHP yüzde 27.3 oranında oy alırken Cumhuriyetçi Güven Partisi(CGP) 6.6, Millet Partisi 3.2, Milliyetçi Hareket Partisi(MHP) 3, Türkiye İşçi Partisi(TİP) 2.8, Türkiye Birlik Partisi(TBP) 2.8, YTP 2.2 bağımsızlar da 5.6 oranında oy aldı.

Meclis'e en fazla parti 1969 seçimlerinde girdi. 8 partinin Meclise girdiği bu seçimlerde, AP 256, CHP 143, Cumhuriyetçi Güven Partisi 15, Türkiye Birlik Partisi 8, Millet Partisi 6, Yeni Türkiye Partisi 6, TİP 2 ve MHP 1 milletvekili kazanarak Meclise girmeyi başardı.

* Cengiz Topel'in Şehit Edilmesi, 1964




8 Ağustos 1964 yılında Rumlar'ı Türk Halkı'na karşı işledikleri insanlık dışı eylemlerden caydırmak için Eskişehir'den Kıbrıs'a, 4'lü Filo Komutanı olarak gönderildi. Uçuş esnasında uçağı yerden isabet alarak düşürüldü. Paraşütle atlamayı başardı, fakat Rumlar tarafından esir edilerek barbarca yapılan işkenceler sonucu şehit edildi.

Kıbrıs'ta ilk hava harp şehidimiz olan Cengiz TOPEL'in hastanede öldüğü açıklandı, ancak ısrarlı girişimler sonucu 12 Ağustos 1964 tarihinde Rumlar'dan alınabildi. Kıbrıs'ta, Adana'da, Ankara ve İstanbul'da yapılan törenlerden sonra 14 Ağustos 1964 tarihinde Edirnekapı'daki Sakızağacı Hava Şehitliği'nde toprağa verildi.

Cumhuriyet tarihinin ilk hava harp şehidi olarak tarihe geçmiştir.


* Johnson Mektubu, 1964

Türk hükümetinin Kıbrısa müdahale kararı alması üzerine ABD başkanı Johnson'ın İnönü'ye gönderdiği mektup.

Türkiye Hükümetinin, Kıbrıs'ın bir kısmının askeri kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığı hakkında Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan aldığım haber beni ciddi surette endişeye sevk etmektedir. En dostane ve açık şekilde belirtmek isterim ki geniş çapta neticeler tevlit edebilecek böyle bir hareketin Türkiye tarafından takip edilmesini, Hükümetinizin bizimle evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile kabili telif addetmiyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere birkaç saat tehir etmiş olduğunuzu bana bildirdi.

Yıllar boyu Türkiye'yi en sağlam şekilde desteklediğini ispat etmiş olan Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde neticeleri olan tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılmasının, Hükümetiniz bakımından doğru olduğuna hakikaten inanıp inanmadığınızı sizden sorarım. Binaenaleyh, böyle bir harekete tevessül etmeden önce Birleşik Amerika Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi hassaten rica etmek mecburiyetindeyim.

1960 tarihli Garanti Antlaşması ahkamı gereğince böyle bir müdahalenin caiz olduğu kanaatinde bulunduğunuz intibaındayım. Bununla beraber Türkiye'nin mutasavver müdahalesinin, Garanti Antlaşması tarafından sarahaten men edilen bir hal sureti olan takvimi gerçekleştirme gayesine matuf olacağı yolundaki anlayışımıza dikkatinizi çekmek zorundayım. Ayrıca, söz konusu Antlaşma teminatçı Devletler arasında istişareyi gerektirmektedir.. Birleşik Amerika bu durumda, tek taraflı harekete geçine hakkının henüz kabili telif olmadığı kanaatindedir.
Diğer taraftan, Bay Başbakan, NATO vecibelerine de dikkat nazarınızı celp etmek mecburiyetindeyim. Kıbrıs'a vaki bir Türk müdahalesinin Türk-Yunan kuvvetleri arasında askeri bir çatışmaya müncer olacağı hususunda zihninizde en ufak bir tereddüt olmamalıdır. Dışişleri Bakanı Rusk, Lahey'de yapılan son NATO Bakanlar Konseyi toplantısında, Türkiye ile Yunanistan arasında bir harbin "kelimenin tam manasıyla düşünülemez" olarak telakki edilmesi gerektiğini beyan etmişti. NATO'ya iltihak esası icabı olarak, NATO memleketlerinin birbirleriyle harp etmeyeceklerini kabul etmek demektir. Almanya ve Fransa NATO'da müttefik olmakla yüzyıllık husumet ve düşmanlıklarını gömmüşlerdir; aynı şeyin Yunanistan ve Türkiye'den de beklenmesi gerekir. Ayrıca, Türkiye tarafından Kıbrıs'a yapılacak askeri bir müdahale Sovyetler Birliği'nin meseleye doğrudan doğruya karışmasına yol açabilir. NATO müttefiklerinizin tam rıza ve muvafakatleri olmadan Türkiye'nin girişeceği bir hareket neticesinde ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı Türkiye'yi müdafaa etmek mükellefiyetleri olup olmadığını müzakere etmek fırsatını bulmamış olduklarını takdir buyuracağınız kanaatindeyim.

Diğer taraftan Bay Başbakan, bir Birleşmiş Milletler üyesi olarak Türkiye'nin vecibeleri dolayısıyla da endişe duymaktayım. Birleşmiş Milletler Ada'da sulhu korumak için kuvvet temin etmiştir. Bu kuvvetlerin vazifesi zor olmuştur, fakat geçen son birkaç hafta zarfında, Ada'daki şiddet hareketlerinin azaltılmasına tedrici bir şekilde muvaffak olmuşlardır. Birleşmiş Milletler Arabulucusu henüz işini bitirmemiştir.. Hiç şüphem yok ki, Birleşmiş Milletler üyelerinin çoğunluğu, Birleşmiş Milletler gayretlerini baltalayacak olan ve bu zor meseleye Birleşmiş Milletler tarafından makbul ve barışçı bir hal tarzı bulunmasına yardım edebilecek herhangi bir ümidi yıkacak olan Türkiye'nin tek taraflı hareketine en sert şekilde tepki gösterecektir.

Aynı zamanda, Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı Anlaşma'ya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 Anlaşmasının 4'üncü maddesi mucibince, askeri yardımın veriliş maksatlarından gayrı gayelerde kullanılması için Hükümetinizin, Birleşik Devletlerin muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz, bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir. Mevcut şartlar tahtında Türkiye'nin Kıbrıs'a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına Birleşik devletlerin muvafakat etmeyeceğini samimiyetimle ifade etmek isterim.

Mutasavver Türk hareketinin fiili neticelerine gelince, böyle bir hareketin Kıbrıs adası üzerinde on binlerce Kıbrıslı Türk'ün katledilmesine yol açabileceği keyfiyetine en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek mecburiyetini hissediyorum. Tarafınızdan böyle bir harekete tevessül edilmesi, infiali mucip olacak ve girişeceğiniz askeri hareketin himaye etmeye çalıştığınız kimselerin pek çoğunun imhasını önlemeye yeter derecede müessir olması imkânsız olacaktır. Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin mevcudiyeti böyle bir faciayı önleyemez.

Sözlerimi pek fazla sert bulabilir ve bizim Kıbrıs meselesinde Türkiye'nin ilgisine karşı bigane olduğumuzu düşünebilirsiniz. Durumun böyle olmadığını size temin ederim. Gerek alenen gerek hususi olarak, Kıbrıs Türklerinin emniyetini sağlamakta ve Kıbrıs meselesinin nihai hal tarzının konuyla doğrudan doğruya ilgili tarafların rızasına dayanması hususu üzerinde ısrar etmekte gayret gösterdik. Amerika Birleşik Devletleri'nin sizin lehinize yeter derecede faaliyet sarf etmediği hissini taşımanız mümkündür.

Fakat herhalde bilirsiniz ki politikamız Atina'da en sert şekilde infiale yol açmış (bizim aleyhimize orada nümayişler yapılmış) ve Amerika Birleşik Devletleri ile Başpiskopos Makarios arasında esaslı bir uzaklaşma husule getirilmiştir. Daha birkaç hafta önce yaptığımız görüşme sırasında Dışişleri Bakanınıza da söylediğim gibi, Türkiye ile olan münasebetlerimize çok büyük değer veriyoruz. Sizi kendisiyle temel ortak menfaatlerimiz olan büyük bir müttefik telakki etmişizdir. Sizin güvenlik ve refahınız Amerika halkı için ciddi bir alaka mevzuu olagelmiş ve bu alakamız en pratik şekillerde ifadesini bulmuştur. Biz ve Siz, komünist dünyasının ihtiraslarına karşı koymak üzere birlikte dövüştük. Bu tesanüt bizim için büyük bir mana ifade etmektedir. Hükümetiniz ve halkınız için de aynı derecede bir mana taşıdığını ümit ederim. Kıbrıs'la ilgili olarak Türk cemaatini tehlikeye maruz bırakacak herhangi bir hal tarzını desteklemeyi düşünmüyoruz. Nihai çözüm yolu bulmaya muvaffak olamadık, zira bunun dünyadaki en girift meselelerden biri olduğu aşikârdır. Fakat Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin menfaatleri konusunda ciddi şekilde alakadar olduğumuz ve alakadar kalacağımız hususunda sizi temin etmek isterim.

Nihayet Bay Başbakan, en ciddi meseleyi, harp mı, sulh mu meselesini vazetmiş bulunuyorsunuz. Bu meseleler Türkiye ve Birleşik Devletler arasındaki iki taraflı münasebetlerin çok ötesinde giden meselelerdir. Bunlar, sadece Türkiye ve Yunanistan arasında bir harbi muhakkak olarak tevlit etmekle kalmayacak, fakat Kıbrıs'a tek taraflı bir müdahalenin doğuracağı, önceden kestirilemeyen neticeler sebebiyle, daha geniş çapta muhasemata yol açabilecektir. Sizin Türkiye Hükümeti'nin Başbakanı olarak mesuliyetiniz var, benim de Birleşik Amerika Başkanı olarak mesuliyetim mevcuttur. Bu sebeple, en dostane şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en geniş ölçüde istişare etmeksizin böyle bir harekete tevessül etmeyeceğinize dair bana teminat vermediğiniz takdirde, meselenin gizli utulması hususunda Büyükelçi Hare'e vaki talebinizi kabul etmeyecek ve NATO Konseyi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin acilen toplantıya çağrılmasını istemek mecburiyetinde kalacağım.

Bu mesele hakkında sizinle şahsen görüşebilmemizin mümkün olmasını isterdim. Mateessüf, mevcut Anayasa hükümlerimizin icabı dolayısıyla, Birleşik Amerika'dan ayrılamamaktayım.

Teferruatlı müzakereler için siz buraya gelebilirseniz, bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ve Kıbrıs meselesinin aklıselimle ve sulh yoluyla halli hususunda sizinle benim çok ağır mesuliyet taşımakta olduğumuzu hissediyorum. Bu itibarla aramızda en geniş ve en samimi istişarelerde bulununcaya kadar sizin ve meslektaşlarınızın tasarladığınız kararı geri bırakmanızı rica ederim.

Hürmetlerimle
Lyndon B. Jonhnson



* Kıbrıs Sorunu, 1961-1963



"Kanlı Noel", 20 Aralık ya da 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıslı Türkler'e karşı başlatılan silahlı saldırılara verilen isimdir.

Makarios, Anayasaya teklif ettiği 13 maddelik Tadil'in kabul edilmeyeceğini kesin olarak biliyordu. Bu durumda, Kıbrıs Türk halkına karşı girişeceği saldırı neticesinde yaratacağı oldu bittinin kabul edilmesine uygun bir zamanı beklemiştir. Türkiye'de 2 Aralık 1963'te İnönü'nün istifası sebebiyle Hükümet buhranının mevcut olduğu  ve Yunanistan'da Karamanlis partisinin iktidardan düştüğü, Zürih ve Londra Antlaşmaları'nı bir cinayet olarak kabul eden Yorgo Papandreu'nun iktidara geldiği zamanda, Türk halkını imhayı öngören "Akritas Planı"nı  tatbik mevkiine koydu. Çok iyi eğitim görmüş 20.000 kişilik EOKA teröristleri; havan topları, bazukalar ve en modern silahlarla donatılmış olarak Yunan Alayı'na mensup askerlerle birlikte Türkler'e karşı saldırıya geçtiler. Hazırlanmış olan Harekât Planı'na göre Lefkoşa'daki Türkler, 8 saat içinde mağlup edilerek teslim alınacak, diğer şehirlerdeki ve köylerdeki Türk halkı da teslim olacaklardı.

20 Aralık 1963 gecesi, Lefkoşa'nın Tahtakale semtinde otomobillere açılan ateş sonucunda Zeki Halil ve Cemaliye Emirali öldürülmüş,  bir grup Türk de açılan ateş sonucunda yaralanmıştır. 21 Aralık günü bu saldırıyı kınamak için Lefkoşa Türk Lisesi bahçesinde toplanan Türk öğrencileri, EOKA çetesi mensupları tarafından kurşunlanmış ve aynı gün Lefkoşa'daki Atatürk büstüne de saldırılmıştır.Bir gün sonra Türkiye Büyükelçilik binası ile Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı'nın ikametgahına ateş açılmış, Lefkoşe’nin Küçük Kaymaklı semti kuşatma altına alınmışdır. Kanlıdere bölgesinde Türklere karşı saldırı düzenlenmiştir. Akritas Planı artık fiilen uygulamaya konulmuştu.

23-25 Aralık tarihleri arasında, Rum-Yunan askerleri, savunmasız Türk halkına karşı tarihe kara sayfalar hâline geçmiş bulunan, insanlığa yakışmayacak şekilde cinâyetler işlemişlerdir. Örnek vermek gerekirse, Lefkoşa Barbarlık Müzesi'nde görüldüğü gibi, silahsız bir ana ile 3 küçük çocuğunu kurşun yağmuruna tutarak delik deşik ettiklerini, aynı evde sığınmış bulunanları da kurşun yağmuruna tuttuklarını ve öldüler diye terk ettiklerini gösterebiliriz.

24 Aralık 1963'te Lefkoşa'nın Kumsal semtinde 11 kişi öldürülmüştür. Bunlardan 4'ü Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan (o dönemde 1960 anlaşmalarına göre Kıbrıs'ta görev yapan 650 kişilik Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Komutanlığı'nda görevli Binbaşı)'ın ailesiydi. İlhan'ın evinin banyo küvetinde eşi Mürüvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ile Hakan ölü olarak bulunmuştur. Ayvasıl'da ise Türklere saldırılar yapıldı.

Kanlı Noel

1963 yılı Kanlı Noel saldırılarının hedefi Lefkoşaydı. Rumlar, merkeze hakim olmakla bütün Kıbrıs'a hakim olacaklarını sanıyorlardı. Bunun için de kendilerine en büyük engel Lefkoşa'ya bağlı Küçük Kaymaklı kasabası idi. 1960 nüfus sayımına göre kasabada 5.126 Türk, 1.133 Rum yaşıyordu. Kasaba önemli bir Türk yerleşme merkezi durumundaydı. Kasaba çevresinde 19 Aralık'tan itibaren faaliyetleri gözlenmeye başlandı. Rum saldırısından şüphelenen Türk Mücahit Teşkilatı'na üye gençler, halkı olası bir saldırıya karşı hazırlamaya çalıştı. Rum alayı ve EOKA çetelerine karşı koymaya çalışan Türklerin elindeki silahlar 6 piyade tüfeği, 5 sten, 2 bren, çeşitli tabancalar, 100 av tüfeğinden ibaretti.

Küçük Kaymaklı'nın dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmişti. 23 Aralık'tan itibaren yeni takviye kuvvetleri alan Rum saldırganların başına EOKA'cı katil Nikos Sampson geçmişti. Diğer yandan Ada'daki Yunan alayı da saldırganlarla birleşmiş ve Rumlar bütün güçlerini bölgeye teksif etmişti. Makarios'un 22 Aralık günü Garanti Antlaşmaları’nı tanımadığını ilan etmesi, Rum saldırganlara daha da cesaret vermişti.

Türk direnişçiler, 5.000 Türk'ün sorumluluğunu üzerlerine almaları nedeniyle bölgeden ayrılmaya karar verdiler ve bunu 24 Aralık gününden başlayarak uygulamaya koydular. 3.000 Türk Hamitköy'e, 2.000 civarında Türk de Lefkoşa'nın emin bölgelerine gönderildi.

Rum çeteleri, kadın-erkek, genç-ihtiyar demeden Türklere karşı vahşice saldırırken; Türkler, Küçük Kaymaklı'da bulunan Rum aileleri de kendi korumaları altında Büyük Kaymaklı'ya göndermişti. Geride kalan 550 kadar yaşlı, kadın ve çocuk Türk topluluğu Rum çetecilerce esir muamelesine tabi tutuldular. Bu arada seksenlik imam Hüseyin İğneci ve yatalak 18 yaşındaki oğlu Rumlar tarafından vahşice şehit edildi.

Kanlı Noel Olayları ve Kıbrıs Türkü'nün Ateşle İmtihanı

Lefkoşa Türk bölgesi Rumlar tarafından geçit vermez şekilde kuşatma altında idi. O kadar ki Türk mezarlığına gidilemiyor, Girne kapısı yanındaki Mevlana Tekke Bahçesi şehitlik yapılmıştı. Binbaşı Nihat'ın eşi ve çocuklarının korkudan saklandıkları banyo odasındaki küvet içerisinde acımasızca öldürülmeleri; hasta yatağından sökülüp götürülen ve onlardan bir daha haber alınamayan 17 Türk'ten, Başhemşire'nin evindeki oturma odasında, silahsız sinmiş, saklanmış çaresizlik içinde kaderini bekleyen iki Türk gencinin, "Türk öldürdüm," diye böbürlenebilmek için makineli tüfeklerle taranarak öldürülmesi gibi olaylar Ada'nın her yanında gerçekleştiriliyordu.

24 Aralık günü haber getirmek için arabaları ile Lapta'dan Girne'ye gitmeyi göze alan İbrahim Nidai ve Şevket Kadır bir türlü köye dönmemişler ve onlardan bir türlü haber alınamıyordu. Onların gelişleri geciktiçe akşam yaklaştıkça endişe ve korkular bütün komşuları sardı. Nöbetçiler nöbet yerlerine çok daha endişeli çıktılar. Nöbetçi sayıları arttırıldı. O gece onlardan hiç haber alınamadı. 25 Aralık Saat 13.00, Ankara Radyosu onların muhtemelen Rumlar tarafından kaçırıldığını söyledi. Birkaç gün sonra onların Ayyorgi kireç ocaklarında yakıldıkları haberi köye bomba gibi düştü. Haberin kaynağı çakıcı Gambır Sodiri idi. Onun Türk çırağı Çakıcı Halil, "Ustam yalan söylemez," dedi. Bu haberin şoku altında komşular, dehşete kapıldı. 4-5 bin Rum'un ortasında 300-350 Türk ne yapabilirdi!

Kanlı Noel

Bu menfûr cinayetlere karşı Türk Mücahitleri ve Türk halkı, en ilkel silahlarla direnmiş, şehit vermiş, kayıp vermiş; fakat teslim olmamıştır. Makarios, ENOSİS gayesine engel gördüğü Türk halkını imha hareketine girişince, radyo ve TV'yi kontrolü altında tuttuğundan ve Türkiye Büyükelçiliği'nin telefonu dâhil, Türkler'e ait bütün telefon irtibatlarını kestiğinden, Kıbrıs Türk halkının feryâdı, dünyaya duyurulamamıştır. Başpiskopos Makarios, bir din adamına hiç yakışmayan bir şekilde;

Kıbrıs Türk halkı, isyan ettiklerinden dolayı tedip edilmişlerdir.

diye dünyaya duyurmuştur. Genç-ihtiyar farkı gözetilmeksizin katledilen ve kaçırılan Türkler'in maruz kaldıkları feci olaylardan haberdar olan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, bu cinayet ve katliamlara son vermek için, Garanti Antlaşması'nın IV. maddesine göre, müştereken müdahale etmek için  İngiltere'ye ve Yunanistan'a başvurmuştur. Fakat ne yazık ki, ne İngiltere'den ne de Yunanistan'dan olumlu cevap çıkmamıştır.

İngiltere ve Yunanistan'ın bu tutum ve davranışları, Makarios'u daha da cesaretlendirmiş ve arkasında yalnız Yunanistan'ın değil; İngiltere'nin de bulunduğunu görmüştür.

23- 25 Aralık arasında cereyan etmiş olan ve tarihe "Kanlı Noel" olarak geçen bu devrede, tespit edilen şehit sayısı 92, yaralıların sayısı ise 475'ti. Kayıplar ise bilinmiyordu.

"Kanlı Noel", katliamı sonrası, 8.667 Kıbrıs Türkü yaşadığı 103 köyü terk etmişlerdir. 25 Aralık'ta Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı mevzilere konuşlandırılmış ve Türk Hava Kuvvetleri'nin savaş uçakları Lefkoşa üzerinde uyarı uçuşlarına başlamışlardır.

Makarios'un görüşmelere yanaşmaması ve saldırıların devam etmesi üzerine Türkiye, garantörlük hakkını tek başına kullanmaya karar verdi. 25 Aralık 1963 tarihinde Türk alayı, garnizonundan ayrılarak gerekli mevzilere yerleşti. Bu sırada Türk Hava Kuvvetleri'ne bağlı savaş uçakları da Lefkoşa üzerinde uyarı uçuşlarına başladılar. Diğer yandan, Türk toplumuna karşı acımasız bir şekilde saldırıya geçen Rum Radyosuna cevap vermek ve Türk toplumunun moralini yükseltmek gayesiyle "Bayrak Radyosu" yayına başladı.

26 Aralık günü Ayvasıl'da 14 günlük bebeklerden 70'lik ihtiyarlara kadar 21 Türk, toptan katledilerek kendilerine kazdırılan çukurlara, bir kısmı daha canlı iken atılmış ve üzerleri buldozerlerle örtülmüştü. Bu çukurlar, Birleşmiş milletler Barış Gücü'nün gözlemciliğinde 14 Ocak 1964'te açılmıştır.


Silahlı Kuvvetler Birliği 'nin başarısız müdahale girişimlerinin ardından örgütün üst düzey yöneticilerinden birisi olan Talat Aydemir de Kore Savaş Birliği'ndeki görevinden dönmüştür. Aydemir , ülkeye dönüşünün ardından Silahlı Kuvvetler Birliğiyle anlaşmazlığa düşer. 

Silahlı Kuvvetler Birliği Başkanı Cevdet Sunay; 'Seçimler yapılmış, Meclis toplanmış, ardından da İnönü başkanlığında hükümet kurulmuştur. Yani bir müdahaleye gitmenin zamanı değildir. Ben hükümet kurulurken İnönü 'ye söz verdim', diyecek, Aydemir ise Sunay 'a karşı çıkarak 'Ben bu davaya baş koydum. Kararımdan dönmem' diyerek rest çekecek ve Silahlı Kuvvetler Birliği ile yolunu ayıracaktır. Bu andan itibaren Aydemircilerin İnönücülüğe karşı
Atatürkçülüğe dönüş mücadelesi başlamış olur 

Aydemirciler İnönü 'yü Atatürk 'e karşı çıkmakla suçluyor

Talat Aydemir Silahlı Kuvvetler Birliği ile olan bağını kopartırken bütün eleştirilerini de İnönü üzerinde yoğunlaştırıyordu. Aydemir, İhtilalin güçlü albayı ve CHP'nin iktidara biran önce gelmesi için MBK ile anlaşmalı olarak demokrasiye geçişin hesapları yapıldığı tezine sert çıkışlar yapan kişi olarak tanınmaktaydı.

27 Mayıs 'ın seçimlerle tasfiye edildiğini ve Atatürkçülüğe değil İnönücülüğe dönüldüğü gerçeğini gören Aydemirciler İnönü 'yü ağır biçimde eleştiriyorlardı: '...memleketi yönetme sanatı çoktan geçmişti. Çevirdiği entrikalar faydadan çok zararlı oluyordu. Bölücü bir zihniyeti vardı. Bu taktiğini 27 Mayıs 'tan sonra en gözde örgüt olan Silahlı Kuvvetler Birliği içinde de tatbik etti... Örneğin demokratik Anayasa savunucusuydu fakat kendisi için anayasa mevcut değildi. Diğer bir deyimle partilere, örgütlere, kurumlara ve halka anayasanın gereklerini gösteriyordu fakat kendisi anayasanın üstünde ve dışında kalan bir imtiyazlıydı. Hırslı bir politikacıydı ve yaşı hırsını yenememişti. Atatürk 'e karşı çıkışları da hırsını yenememiş olmasındandır. Atatürk bile onu affetmemiştir.'

Aydemirciler; Halk iradesini hakim kılmanın yolu devrimdir

Talat Aydemir liderliğindeki 22 Şubatçılar 27 Mayıs'ın toplumsal bir devrim hedefiyle yola çıktığını ancak gelinen aşamada iktidarın CHP-AP iktidarına teslim edilerek 27 Mayıs 'ın asıl hedefinden saptırıldığını düşünüyorlardı. Ülkeyi 27 Mayıs'a sürükleyenin bizzat parlamenter sistem olduğunu savunan Aydemirciler parlamentarizme karşı devrim fikrini öne çıkarıyorlardı.

Osman Deniz ve Cevat Kırca iktidarın İnönü ve AP 'ye teslim edilmesine şu sözlerle karşı çıkıyorlar:
 

'Düzen değişikliğine gitmek kaçınılmazdı ve şekilci demokrasilerde düzen değişikliğine seçim sandıklarından geçilerek varılamazdı. Seçim sandıklarında varolan zihniyet demagojiye bağlı kaldıkça, oportünizme hizmet ettikçe ve aldatılan halk kitlelerinin bilinçlenmesi fanatik engellerle önlendikçe sandıktan çıkanlar daima tutucu zihniyetin sahipleri olmakta devam edecek, böylece düzen değişikliği arzusundaki devrimciler iktidara gelemeyeceklerdir.'
 

'Şekli demokrasilerde var gibi görünen milli irade gereği aslında yanıltıcıdır. Şöyle ki oy sahibi olan kitlelerin neyi istediği ve kime hizmet ettikleri şuuru aldatıcı metodlarla bozulmakta ve seçim havası içinde iktidar etme hırsına kapılanların yanıltıcı telkinleriyle yaratılan hayali bir irade hakim kılınmaktadır. Gerçekte iddia edilen milli irade değil, hayali bir iradedir.'


'Böyle olunca da halkın yararını dile getiren devrimler yoluyla varmak isteyen kadrolar ülkenin kaderine sandıktan geçerek el koyamamaktadırlar. Bu yol kapanınca da devrimcilerin yönetime geçmesi sandık dışından olabilecektir. Bu yolun adı ihtilaldir.'


20/21 Mayıs 1963 

Üst düzey komutanlardan teğmenlere kadar birçok subay emekli edilerek Ordu 'dan uzaklaştırılırken Başbakan İnönü Meclis 'te yaptığı konuşmada 'Harp Okulu öğrencileri aldatılmıştır' diyerek olayların büyüklüğünü örtbas etmeye çalışır. Bu açıklamanın gazetelere yansımasıyla birlikte ertesi gün İstanbul 'a izinli gelen Harp Okulu öğrencileri Taksim Cumhuriyet Anıtına üzerinde 'Atatürk ve Türk Ulusu ... Harbiyeli aldanmaz yazan bir çelenk bırakacaklardır.

22 Şubat 'ta yaşanan başarısızlığa rağmen 22 Şubatçılar yeni bir harekete girişmekte gecikmeyeceklerdir. 20/21 Mayıs 1963 gecesi ikinci bir deneme daha gerçekleştirilir. Yapılan planda Meclis 'in feshedilmesi bakanlıkların işgali, Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarının kontrol altına alınması öngörülüyordu. İstanbul ve Ankara 'da başlayan yönetime el koyma girişiminde ilk adım radyo istasyonlarının ele geçirilmesi ve ihtilal bildirisinin okunmasıydı.

Planın ilk aşaması başarıyla uygulanmış, Ankara 'daki radyo istasyonu ele geçirilerek Silahlı Kuvvetlerin içinde bulunulan kötü duruma son vermek için yönetime el koyduğu anonsuyla ihtilal duyurulmuş oluyordu. Ancak radyo binasına giden tank birliği henüz emniyeti sağlamadan yapılan ihtilal duyurusu karşıt güçleri hemen harekete geçirmişti.

Basit birkaç hata bütün planları bozmuş ve başarısızlığa yol açmıştı. 21 Mayıs denemesinin başarısız olmasının ardından Talat Aydemir , Binbaşı Fethi Gürcan , Yarbay Osman Deniz ve üsteğmen Erol Dinçer tutuklanmış ve yapılan yargılama sonucunda idam cezasına çarptırılmışlardı.



Talat Aydemir

 

Fethi Gürcan 
Daha sonra Erol Dinçer ve Osman Deniz idam edilmekten kurtulmuşlarsa da Aydemir ve Gürcan idam edilmişlerdi. Böylece 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde gerçekleştirilen iki girişimin liderleri ortadan kaldırılmış ve 27 Mayıs 'ı yeniden devrimci rotasına oturtma çabaları sonuçsuz kalıyordu.

Ben ihtilalciyim, bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım!

Devrim yapma amacıyla harekete geçen ve bu girişimlerinin bedelini hayatlarıyla ödeyen subaylar yargılanmaları aşamasında da devrimci bir tavır sergilemişlerdir. 22 Şubatçıların liderlerinden Fethi Gürcan devrimci bir subayın karakterini yargılama aşamasında yaptığı savunmasında ortaya koyacaktır: 'Ben ihtilalciyim. Bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım. Benim giremeyeceğim garnizon yoktur. Girdiğim garnizonu da harekete geçirir ve ihtilal yaparım.'

Bu konuşmayı yaptığı sırada Gürcan kendisini bekleyen sonun farkındadır ancak yine de ideallerinden taviz vermeyecek kadar devrimci bir bilince sahiptir ve bu sözlerin ardından mahkemece idamla cezalandırılır ve asılarak idam gerçekleştirilir.

Aydemir ve Gürcan 'ın idam edilmelerinin ardından 1459 Harp Okulu öğrencisinin okulla ilişiği kesilir ve büyük bir tasfiye operasyonuna girişilir. Bu hareketlere katılan subay sayısı o kadar fazlaydı ki Ordu içinde girişilen tasfiye operasyonu bir noktadan sonra yarıda bırakılmak zorunda kalındı.



* 15 Ekim 1961 Seçimleri

CHP Tekrar İktidar 

15 Ekim 1961'de Türkiye bir kez daha sandığı önünde buldu. CHP ise halkın yüzde 36.7'sinin oylarıyla yeniden iktidar oldu. Demokrat Parti'nin yerine kurulan Adalet Partisi'nin oy oranı ise yüzde 34.8 oldu. 

Aynı seçimde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi(CKMP) yüzde 14, Yeni Türkiye Partisi(YTP) yüzde 13.7, bağımsızlar da yüzde 0.8 oranında oy aldı.

Şubat Olayı, 1962'de, Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ve arkadaşlarının, ordu içindeki 27 Mayısçıların tasfiyesi için, 20 Şubat günü başlatılan atama ve gözaltına almalara karşı direnişi olayıdır.

27 Mayıs 1960'dan sonra, 9 Temmuz 1961'de %65 evet denen halk oylaması ile yeni Anayasa kabul edilmişti.

“Ülkenin, 1960 ihtilalinden sonra yaşayacağı genel seçimlere giderken ABD ve Avrupa ile ilişkilerinde fazlaca değişen bir şey olmamıştı. ABD'nin Ocak 1961'de yaptığı 43 milyon dolarlık yardımla birlikte 27 Mayıs'tan beri yapılan yardım tutarı 279 milyon doları bulmuştu. 17 Şubat 1961'de Türk ve Alman İş ve İşçi bulma Kurumları arasında anlaşmaya varıldı. 105 kişilik ilk Türk işçi kafilesi Almanya'da bir inşaat firması tarafından işe alındı. 2 Haziran 1961'de Almanya'nın Türkiye'ye vereceği 200 milyon mark tutarındaki kredi ile ilgili anlaşma imzalandı.” (Nermin Fenmen, say.10)

27 Mayıs'a vurulan her darbeye generaller den çok, genç subaylar tepki gösteriyordu. İstedikleri ise; 27 Mayıs'ın, DP'yi deviren basit bir hükümet darbesi olmaktan çıkaran devrimci yanının garantiye alınmasıydı. Silahlı Kuvvetler Birliği bu amaçla oluşturulmuştu. 6 Haziran 1961'de genç subaylar, 13 Kasım 1960'daki 14'ler tasfiyesinde olduğu gibi tepkisiz kalmadılar. Diğer tayinler konusunda sözünü kimseye dinletememiş olan Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ve arkadaşları İrfan Tansel'in tayinine bir muhtıra ile karşı durunca saflar daha da netleşti. Silahlı Kuvvetler Birliği üyeleri (bu birliğe katılmayan general ve üst düzey subay yok gibiydi), 27 Mayıs devriminin kazanımlarını korumak için 28 Haziran 1961'de bir genelge yayınlayarak bunu dile getirmişlerdi.

“ 15 Ekim 1961'de yapılan genel seçimlerde CHP umutluydu. DP'nin 27 Mayıs'ın altında ezilip yok olduğu düşünülüyordu. Ama beklenen gerçekleşmedi. CHP ancak %36,5 oy alabilmişti. DP'nin yerine kurulan AP ise %34,8 ile başa baş çıkmıştı 450 üyeli mecliste CHP 173, AP 158 ve 150 senato üyeliğinin de 71'ini AP, 36'sını CHP almıştı. Şüphesiz seçim sonuçları CHP'yi olduğu kadar, genç subayları da etkilemişti. Siyasi ortam neredeyse 27 Mayıs öncesine dönüşmek üzereydi.” (Nermin Fenmen, say.10)

Seçim sonuçlarından sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bir fikir ayrılığı belirmeye başladı.

“Bir grup subay yol yakın iken memleketin geleceği bakımından idareye el konulması fikrini savunuyordu. İkinci fikre göre ise, şimdi askeri müdahale hareketine lüzum yoktu. Tecrübe edilmeli, başarısızlıkları görüldükten sonra müdahale edilmeliydi.

Bu fikri savunanlar daha ziyade hava kuvvetlerinin temsilcileri olan Kurmay Albay Halim Menteş, Hava Albayı Fevzi Arsın idi, bunlar CHP'liler ile devamlı surette temasta oldukları için memleketi ancak İsmet İnönü başta olmak üzere CHP'nin kurtaracağına inanıyorlardı. Bu fikir gerek Ankara Grubu'nda, gerek İstanbul Grubu'nda tartışıldıktan sonra birinci fikir ekseriyet kazandığı için İstanbul'da 21 Ekim 1961 günü Harp Akademileri'nde yapılan büyük toplantıda 10 General ve 28 Albay şu protokolü imzalamışlardı.” ( Ben İhtilalciyim - say. 123 / Öner Gürcan)

21 Ekim Protokolü'ne göre; yeni seçilen TBMM toplanmadan önce en geç 25 Ekim 1961'e kadar bir askeri müdahale kararı alınmıştı. Ancak bu protokol uygulanamadı.

“Ancak sonraki olaylar göstermiştir ki  21 Ekim Protokolü' sadece başlangıçtır. Bugünün moda deyimlerini kullanarak söylemek gerekirse o ana deprem'dir. Artçı depremler' 22 Şubat'lardan, 21 Mayıs'lardan, 9 Mart'lardan geçerek ta 12 Mart'a kadar sürdü. 12 Mart'ta Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki emir ve komuta zinciri' yeniden kurulmuştu. Bu, ' 21 Ekim 1961 ana depremini' izleyen artçı depremlerin sonu' oldu.” ( Metin Toker, Milliyet, 20 Aralık 1999)

Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümeti CHP ve AP tarafından kuruldu. 26 Ekim 1961'de de Türkiye'nin dördüncü Cumhurbaşkanlığı'na, ihtilal lideri Cemal Gürsel seçildi. Bu ortam, 27 Mayıs öncesi CHP - DP tartışmalarının tekrar manşet olması ve AP yanlılarının açıkça 27 Mayıs aleyhinde propagandalara başlamasıyla siyasi ortam yeniden gerginleşmişti. 27 Mayıs devrimcileri, daha bir yıl geçmeden meşru müdafaa durumunda kalmışlardı.

19 Ocak 1962'de Genelkurmay başkanının ( Cevdet Sunay) başkanlığında düzenlenen, yüksek rütbeli subayların katıldıkları bir başka toplantıda, Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir, Jandarma Okulu Komutanı albay Necati Ünsalan ve öteki bazı komutanlar askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu savundular. 9 Şubat 1962'de İstanbul'da Balmumcu'da toplanan 57 General ve albaydan 37'sinin; askeri müdahalenin 28 Şubat'a kadar gerçekleştirilmesi yolunda imzaladıkları protokole Talat Aydemir'de sonradan katıldı.

Ancak, 16 Şubat gecesi İstanbul'da, örgütün general ve amiral sınıfının aldığı bir kararla; sadece general, amiral ve albayların katıldıkları ve 1.Ordu İstihbarat Başkanı Vahit Gürkan'ın boykot ettiği bir toplantı düzenlendi.

“Ertesi gün Topçu Albay Celal Baykam ve toplantıyı boykot eden Vahit Gürkan'dan öğrendiğim şuydu. Toplantı yapılmış ve generallerin yaptıkları konuşmalar sonucu Ankara'da Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın protokolü onaylamadığı, durumun İsmet İnönü'ye duyurulduğu, İsmet İnönü faktörünün ağır bastığı kabul edilerek protokolün uygulanmasından vazgeçilmesine ve bu durumun Ankara'daki örgüt üyelerine bildirilmesine oyçokluğuyla karar verilmişti. Beklediğim bir karardı bu! 17 Şubat günü ortaya çıkmış oldu. Artık, her şey bitmişti. Bir oyun sahneye konmak üzereydi. Ankara'daki örgüt üyeleri ekarte edilecekti. Bu, Genelkurmay'da görüşülmüş ve İstanbul'dan giden Korgeneral Refik Tulga ile Tuğgeneral Faruk Gürler'in de kabul ettikleri oyuna İstanbul örgütü alet olmuştu. Peki, oyun nasıl sahneye konacaktı? Bunu yaşayıp görecektik...” (Yarbay Osman Deniz - Parola, Harbiyeli Aldanmaz , say.69)

19 Şubat günü Genelkurmay Başkanı ile Albay Talat Aydemir, Albay Şelçuk Atakan ve Necati Ünsalan, Hava Kuv.Komutanı İrfan Tansel, Kara Kuv. Komutanı Muhittin Önür ve Jandarma Genel Kumandanı Abdurrahman Doruk Paşa arasında yapılan görüşmede; “Sunay, ancak İnönü ölürse veya çekilirse" bu işin yapılabileceğini belirtti. Bunun üzerine biz, bilhassa Selçuk Atakan şöyle bir teklif ileri sürdü:

"Biz ihtilalin Hiyerarşik düzende yapılmasını uygun görüyoruz. Mademki kendinizi kifayetsiz buluyorsunuz, denecek bir şey yok. Biz alttan gelen tazyiki güçlükle muhafaza ediyoruz. Yok eğer bu alttan gelen tazyiklerin müşevyiki olarak bizleri görüyorsanız, biz şimdi derhal istifamızı verelim. Emekliliğimizi istiyoruz. Yarın, öbür gün bu suçu yükleyerek bizi ordudan şerefsizce ayırmayın.” ( Talat Aydemir Konuşuyor, say.127-128)

Buna rağmen 20 Şubat günü Hükümet ve Genelkurmay belirli birlik kumandanları ve maiyetleri için süratle atama ve gözaltına alma işlemleri başlattı. Buna karşı, atamaların durdurulmasını ve gözaltına alınanları serbest bırakılmasını isteyenler de direnişe geçtiler.

Albay Talat Aydemir 20 Şubat gecesi Harp okuluna gidince, Hava kuvvetleri tarafından Harp okulu alarma geçti' denilerek Meclis Muhafız taburu alarma geçirildi. Bunun üzerine Tank taburu da Kontr-alarma geçti ve onun civarında bulunan 2.Piyade Alayı ile Binbaşı Fethi Gürcan komutasındaki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Süvari Grubu da hükümete bağlı kuvvetlere karşı kontr-alarma katıldı. Tankların bir kısmı sabaha karşı Ankara'nın varoşlarına kadar sokuldular. Bu sırada saat 02.30'dur. Bu yanlış alarm durumu Talat Aydemir tarafından iptal ettirilir ve tanklar garajlarına dönerler.

20/ 21 Şubat 1962 gecesi Kara Harp Okulu'nun alarma geçtiği ihbarını alan Genelkurmay İkinci Başkanı Memduh Tağmaç, bir heyetle Harp okuluna gider ancak, ortada alarm durumunun olmadığını ve Hava Kuvvetlerinden gelen yanlış bir ihbarın olduğunu görür.

Havacıların alarmıyla başlayan süreçte,doğal olarak karşı alarma geçen Karacıların lideri Talat Aydemir suçlanacak ve O'na bağlı alay komutanları tevkif edilecekti. Talat Aydemir'in bu harekatla ilgisinin olmadığını söylemesine karşın 21 Şubat sabahı Genelkurmay, darbe girişimcisi üç albayın görevlerinden başka yere atandıklarını açıkladı. (Albay Talat Aydemir, Necati Ünsalan ve Selçuk Atakan). 


Kararı kabul etmeyen Talat Aydemir, Genelkurmay'a karşı koşullar öne sürüp Harp okulu'na döndü. Genelkurmay bu kez de aralarında Talat Aydemir, Necati Ünsalan, Dündar Seyhan, Selçuk Atakan, Emin Arat, İhsan Erkan, Haldun Doran ve Şükrü İlkin'in de bulunduğu subayları görevlerinden alıp başka görevlere getirmeyi kararlaştırdı. Albay Talat Aydemir ise Genelkurmay'a gönderdiği muhtırada bu kararın da uygulanmamasını, Kara kuvvetleri komutanının durumunun gözden geçirilmesini, Hava kuvvetleri komutanlığının alarm komuta heyetine üniformalarıyla katılan Milli Birlik Komitesi üyelerinden Mucip Ataklı ve Haydar Tunçkanat'ın cezalandırılmalarını istedi.

Aydemir, o yıl Harp okulu'nu bitirme döneminde bulunan 600 kadar asteğmeni toplayarak son günlerde olanları anlatır. Harp okulu öğrencileri, komutanlarını teslim etmeme kararı alırlar. 22 Şubat 1962 günü Genelkurmay; Kurmay Albay Semih Sancar'ı yeni Harp Okulu Komutanı olarak, bir heyetle Harp Okuluna gönderir. Okulun girişinde okul muhafızları tarafından silahlarından tecrit edilirler. Talat Aydemir, huzuruna çıkartılan heyete; bu tayinin prosedürlere uygun olmadığını ve geçersiz olduğunu söyleyerek, onları geri gönderir.

Bu arada 229. Piyade Alayı Kumandanı Albay İhsan Erkan da Genelkurmay'a çağrılmış, fakat gözaltına alınacağını öğrenince Piyade Alayını alarma geçirmişti. Ankara grubunun önünde iki şık vardı. Ya gözaltına alınarak teslim olmayı kabul edecek, ya da harekete geçeceklerdir. Harp okulu'ndaki öğrenci ve subay taburları da galeyana gelmişti. Sonunda Talat Aydemir, Harp Okulunu alarma geçirdi. Emin Arat ve Dündar Seyhan'da oraya davet edildi. Alarm haberi diğer birliklere de sirayet etti. Böylece Tank Okulu, Süvari Grubu, Muhabere Okulu, Zırhlı Birlikler Eğitim Merkezi ve Jandarma okulu da kendiliğinden alarma geçip Ankara'da duruma hakim oldular. Böylelikle ayaklanma başlamış oldu. Polatlı'daki topçu birliklerinden ve Çubuk'taki 230.Piyade Alayı'ndan bazı kuvvetler Talat Aydemir'e karşı Ankara'ya getirildilerse de, bunlarla birlikte Meclis taburu da Talat Aydemir'in buyruğuna girdi.

22 Şubat öğlen saatlerinde; Çankaya Köşkü'nü koruyan Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'nın kumandanı Şükrü İlkin'in yerine Cihat Alpan atanmıştı. Ancak, Muhafız Alayının süvari grubu Binbaşı Fethi Gürcan emrinde harekete geçerek yeni atanmış olan Cihat Alpan'ı gözaltına aldılar. Fethi Gürcan güvendiği birlik ve subaylarla; o sırada içeride toplantı halinde olan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve birkaç bakanı, Genelkurmay Başkanı ve MGK üyeri olan kuvvet kumandanlarını enterne etmiş oluyorlardı. Fethi Gürcan'ın, Çankaya'dan ayrılmadan önce Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın tutuklanmaları yolunda yaptığı öneriyi Talat Aydemir kabul etmedi. Çünkü amacı darbe yapmak değildi.

Talat Aydemir, TBMM'nin derhal kapatılmasını ve atamaların durdurulmasını, gözaltına alınanların bırakılması ve Hava Kuvvetleri'ndeki cunta'nın da cezalandırılmasını istedi. Genelkurmay'da Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in başkanlığında yapılan, Başbakan, parti genel başkanları ve kuvvet komutanlarının katıldıkları toplantıda Talat Aydemir'in istediklerinin kabul edilmemesine, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ile Başbakan İsmet İnönü'nün radyodan yatıştırıcı konuşmalar yapmasına karar verildi.


YTP genel başkanı ve Talat Aydemir'in akrabası Ekrem Alican'ın Harp okulu komutanı ile yaptığı arabuluculuk görüşmesinde de bir sonuca varılamadı. Cemal Gürsel, Mürted hava üssü'ne, İsmet İnönü ve parti liderleri o zamanlar Radyoevi binasının arkasında yer alan Hava kuvvetleri karargahına gittiler. Fethi Gürcan kendisine bağlı birliklerle radyonun Etimesgut'taki verici istasyonunu ele geçirince yayın durdu. İsmet İnönü, birkaç saat sonra Esenboğa havaalanındaki verici aracılığı ile konuşmasını yapabildi. 22 Şubat saat 01.00 sularında Aydemir'e Genelkurmay tarafından gönderilen bir kurul, kan dökülmeden harekatı durdurursa kimseye ceza verilmeyeceğini bildirdi ve bu konuda İnönü'nün güvence veren mektubu kendisine iletildi. 

Talat Aydemir'in atamaların durdurulması yolundaki ısrarını İsmet İnönü kabul etmedi. Ancak, saat 03.30'da Talat Aydemir alarmı kaldırdığını bildirdi ve evine döndü. Ertesi gün tutuklandı ve Genelkurmay başkanlığı'nda göz altına alındı. Harp okulu öğrencileri ise memleketlerine gönderildi. Başlarında Talat Aydemir'in bulunduğu, 22 Şubat direnişine katılan genç subaylar emekliye sevk edildi. Ancak, emeklilik hakkı kazanmamış olanlar ise ordudan tard edilmiş oldular. TBMM, 30 Nisan 1962'de ayaklanmaya karışanların ceza kovuşturmasına uğramamasına ilişkin yasayı kabul etti.


* 1961 Anayasası

27 Mayıs ihtilali sonucunda kurucu meclis tarafından hazırlanan 1961 anayasası gerçek anlamda en demokratik Türk anayasasıdır. Bu anayasa getirmiş olduğu yenilikler ile tamamen hukuk devletine ulaşmayı hedeflemiş ve bu konuda başarılı olmuştur. 1 yıl içinde hazırlanan yeni anayasa 9 Temmuz 1961’de halk oyuna sunuldu. Seçmenlerin % 81’inin katıldığı oylamada yeni anayasa % 61,5 evet oyuyla kabul edilmiştir. Böylece Türk tarihinde ilk kez bir kurucu meclis anayasa hazırlamış ve bu anayasa halk oyu ile kabul edilmiştir.

1924 Teşkilat-i Esasi egemenliği TBMM’nin kullanacağını belirtmekle kalmıştır; fakat 1961 anayasası anayasaya egemenliğin yetkili organlar eliyle ve anayasanın koyduğu esaslar çerçevesinde kullanılacağını belirten bir madde eklemiştir. Bu madde ile TBMM’nin sınırsız egemenlik gücü ortadan kaldırılmış ve TBMM anayasal bir organ niteliğine büründürülmüştür. 


1961 anayasasının 8. maddesine göre kanunlar anayasaya aykırı olamaz. Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamları ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Bu madde ile anayasanın üstünlüğü ilkesi açıkça kabul edilmiştir. 

1924 anayasası da anayasanın üstünlüğünü kabul etmiştir. Ancak 1961 anayasası farklı olarak anayasanın üstünlüğünü koruyacak ve denetleyecek bir yargı organı oluşturmuştur. 

1924 anayasasının hükümet rejimi ikili bir yapı oluşturuyordu; yani hem meclis hükümeti sisteminin hem de parlamenter sistemin özelliklerini taşıyordu. 1961 anayasası ile bu ikilik ortadan kaldırılmış ve kuvvetlerin yumuşak bir biçimde ayrılması sağlanarak parlamenter sisteme geçilmiştir. Aynı şekilde kağıt üzerinde yargı bağımsızlığını tanıyan 1924 anayasasından farklı olarak 1961 anayasası yargı bağımsızlığını tüm güvenceleriyle birlikte gerçekleştirmiştir. 


Ayrıca 1961 anayasası modern, demokratik sistemlerin anayasalarına girmiş olan sosyal devlet ilkesi benimsemiş ve bu ilkenin gereklerini yerine getirmiştir. 1961 anayasası temel hak ve özgürlükler alanında kapsamlı ve demokratik bir düzenleme yapmıştır. 1924 anayasasında yalnızca sayılmakla yetinilen bu hakların kapsamı genişletilmiş, kullanılmasıyla sınırlandırılması ve durdurulması konularına ilişkin geniş bir çalışma yapmıştır. Buna göre temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanun ile ve hakkın özüne dokunulmadan gerçekleştirilecektir.

1961 anayasası ile kurulan ve anayasanın üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesinin hayata geçirilmesinde büyük önem taşıyan anayasa mahkemesi temel hak ve hürriyetler alanında da bir güvenlik organıydı. Laiklik ilkesi anayasada aynen kabul edilmiştir. 


1961 anayasası ile çoğunlukçu demokrasi anlayışından çoğulcu demokrasi anlayışına geçilmiştir. Çünkü çoğunlukçu demokrasi anlayışı azınlıkların haklarını göz ardı ediyordu. Bu nedenle azınlık haklarını korumak ve demokrasinin kalıcı olmasını sağlamak için çoğulcu demokrasi anlayışı benimsenmiştir. 


1961 anayasası ikili meclis sistemini kabul etmiştir. Meclis millet meclisi ve cumhuriyet senatosundan oluşmaktadır. İkili meclis sistemi ilk kez 1876 Kanun-i Esasi döneminde uygulanmıştı. 1961 anayasasının getirmiş olduğu yenilikler temel hak ve özgürlükler 60’lı yılların sonuna doğru yoğun şiddet ve terör eylemlerine sebep olmuştur. Adalet Partisi ve toplumun büyük bir kesimi tarafından anayasaya yapılan eleştirilerin artması Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Mart 1971’de verdiği muhtıra ile sonuçlanmış ve Demirel hükümeti istifaya zorlanmıştır. 

12 Mart 1971 muhtırası ülkenin içinde bulunduğu kargaşa ve iktidarsızlık sorununu çözememiş, tırmanan şiddet ve silahlı terör eylemlerine engel olamamıştır. Ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlama, devletin otoritesini ve varlığını yeniden sağlamak, demokratik düzenin işlemesine engel olan sebepleri ortadan kaldırmak amacıyla 12 Eylül 1980’de ordu yönetime tamamen el koymuştur.


12 Eylül 1980’de yapılan darbe ile Milli Güvenlik Konseyi oluşturulmuş ve sivillerden kurulu bir hükümet kurulmuştur. Anayasa düzeni hakkında kanun ile 1961 anayasasında yapılan bir çok değişiklik şöyledir:

Kanunun ikinci maddesine göre TBMM’ye ait olan tüm yetki ve görevler Milli Güvenlik Konseyi’ne geçecektir. Aynı madde ile Milli Güvenlik Konseyi başkanının devlet başkanı olduğu ve cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini üstlendiği düzenlenmiştir.


Milli Güvenlik Konseyi kanun niteliğindeki işlemlerinin anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceği 12 Eylül 1980’den sonra çıkarılmış olan karar, bildiri ve ortak kararnamelerin iptalinin veya yürütmenin durdurulması talebinin görüşülmesi söz konusu olamayacağı, kamu personelleri hakkında verilen kararların uygulanmasının durdurulamayacağı hükme bağlanmıştır. 


Yapılan bu değişiklik ile yetkileri kendisinde birleştiren Milli Güvenlik Konseyi 29 Haziran 1981’de bir kanun çıkararak demokratik ve laik cumhuriyet düzeninin gereklerini yerine getirecek bir anayasanın yapılması amacıyla kurucu meclis oluşturmuştur. Bu meclisin varlığı genel seçimlerle başlamış, TBMM’nin fiilen göreve başlamasıyla son bulmuştur. 


Milli Güvenlik Konseyi ve Danışma meclisinden oluşan kurucu meclis hazırladığı anayasayı 7 Kasım 1981’de halk oyuna sunmuştur. % 91,27 katılım oranıyla evet oyu verenler % 91,37 evet çıkmış ve oylama sonucunda anayasa kabul edilmiş ve yayımlanmıştır. Katılımın ve evet oylarının yüksek olmasının sebebi halkın geçici süreçten bıkması ve anayasal sisteme geçme isteğiyle 1982 anayasasının toplum içinde eleştirilmesinin ve incelenmesinin yasaklanması ve ayrıca halk oylamasına katılmayanların genel seçimlerde de oylamaya katılamayacaklarının daha önceden bildirilmiş olmasının etkisi vardır.
 
Sonuç olarak 1961 anayasası ile yüzyıllardan beri süre gelen çabalar kesin bir sonuca ulaştırılmıştır. Otoritenin bir tek kişinin elinde toplanması önlenmiş, ayrıca bir grubun elinde yoğunlaşması da istenmemiştir. Otorite çeşitli kurumlar arasına dağıtılmış ve 19. yüzyıldan beri istenen bir türlü ulaşılamayan yürütme gücünün yetkilerinin sınırlandırılması başarılmıştır. 1961 anayasası Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana hukuk devleti ilkesini gerçekleştirme yolunda yapılan çalışmaların en başarılısıdır. 

1961 anayasası 1971 yılındaki değişiklikleri ile birlikte 1980’de yapılan ikinci bir askeri darbeye kadar yürürlükte kalmıştır.




1961 Anayasası (Kaynak II)


27.5.1961 tarihinde Kurucu Meclisçe kabul edilmiştir.31.5.1961’de Resmi Gazete’de yayınlanıp,9.6.1961 tarihinde halk oyuna sunulmuş ve kabul edilerek yürürlüğe giren anayasa 27 Mayıs 1960 İhtilalinden sonra anayasal düzene geçişin ilk adımıdır.1961 Anayasası’na göre yasama yetkisini kullanan T.B.M.M.;Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşuyordu.


Millet Meclisi 450;Cumhuriyet Senatosu ise 150 üyeden oluşturuldu.Daha önce olduğu gibi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’ndan oluşmak üzere iki başlı bir yürütme organını benimseyen anayasa da Cumhurbaşkanlığı biraz daha sembolik bir makam olarak düzenlendi.Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldan yedi yıla çıkarılıyor fakat iki kez üst üste seçilme şansı ortadan kaldırılıyordu.


1961 Anayasası’nda bulunan farklı bir özellikte hükümete TBMM dışından da bakan alma olanağı vermesiydi.Ayrıca ilk kez olarak özerk kuruluşlar TRT ve üniversitelerin yapısıda düzenleniyordu.Temel hak ve hürriyetleri Batı normlarına uygun bir şekilde düzenleyen anayasanın bu alana ilişkin bölümleri bireylerin devlet karşısında ki konumunu güçlendiren ayrıntılı hükümler vardı.


Kişi dokunulmazlığı,özel yaşamın korunması,düşünce ve inanç özgürlüğü gibi kavramların sınırları oldukça geniş tutulmuştu.12 Mart 1971 yılında ki askeri müdahaleyle anayasada yapılan değişiklikller oldukça önemlidir.Buna göre TRT’nin özerkliği kaldırıldı, üniversitelere müdahale kolaylaştı, yargı bağımsızlığını zedeleyen düzenlemeler getirildi.Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulmasını öngören,askeri mahkemelerin yapısını değiştiren,Yargıtay’ın yeniden düzenlenmesini sağlayan değişiklikler yapıldı.

1961 Anayasası altı kısma ayrılmıştır.Bunlar sırasıyla şunlardır;



Genel Esaslar(1.-9. maddeler)evletin temel niteliklerinin açıklandığı bölümdür.


Kısım(10.-62.maddeler):Temel Hak ve Ödevler,Kişinin Hak ve Ödevleri, Sosyal ve İktisadi Ödevler,Siyasi Hak ve Ödevleri ol- mak üzere dört bölümden oluşuyordu.


Kısım(63.-152. maddeler):Yasama,yürütme ve yargı bölümlerinden oluşuyordu.


Kısım(153.-154. maddeler):Çeşitli Hükümler(Devrim yasalarını güvence altına alıyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev ve sorumlulukları belirtiliyor.


Kısım(22 adet):Geçici Hükümler


Kısım(155.-157. maddeler)Anayasanın değiştirilmesine ilişkin maddeleri içeriyor.


* 1951 - 1960 Önemli Olayları

Halkevleri kapatildi (8 Agustos 1951)
Cumhuriyetin en önemli sosyal kurumlarindan halk evleri DP iktidari tarafindan kapatildi.

TKP Tevkifati (26 Ekim 1951)
İllegal TKP'ye yönelik büyük çapta tevkifat yapildi. Tutuklananlar arasinda Zeki Bastimar, Mihri Belli, gibi taninmis isimler vardi.

Din Dersleri (4 Kasim 1951) 

İlkokullarin ders programlarina din dersi alindi.

NATO Üyeligi (18 Subat 1952)
Türkiye Kuzey Atlantik Assamblesi'ne (NATO) üye oldu. Bunun neticesi olarak topraklarimiza ABD askeri üsleri kurulmaya baslandi.


İlk renkli film "Halici Kiz" (1953)
Türk sinema tarihinin ilk renkli filmi "Halici Kiz" gösterime girdi. Film Yapi Kredi ve Dogan Kardes destegiyle, Muhsin Ertugrul tarafindan çekildi. Vedat Nedim Tör senaryosunu yazdi.

Dumlupinar Faciasi (4 Nisan 1953)

Deniz Kuvvetlerimizin Dumlupinar denizaltisi, Çanakkkale Bogazi'nda Naboland isimli Isveç silebiyle çarpisti. 88 denizci diri diri sulara gömüldü.


İnsan Haklari Sözlesmesi (20 Mart 1954)
Türkiye Avrupa Insan Haklari Sözlesmesine imza atti.

6-7 Eylül Olaylari (6-7 Eylül 1955)
Selanik'te Atatürk'ün evine bomba atildigi söylentileri üzerine basta Rumlar olmak üzere, Ermeni ve Musevi azinliga yönelik saldirilar oldu. Birçok bina ve isyeri tahrip edildi. Sikiyönetim ilan edildi. Olay komünistlerin üzerine yikildi. 27 Mayis Ihtilali sonrasi, olaylarin DP tarafindan tertiplendigi iddiasiyla Yassiada Mahkemesi tarafindan yargilanan yöneticiler çesitli cezalara çarptirildi.

Genel Seçimler (27 Ekim 1957)
Genel seçimler yapildi. Demokrat parti %48 oyla iktidarini korurken, muhalefet %52 oy aldi. Seçimlere hile karistigi iddialari ortaya atildi.

Vatan Cephesi (12 Ekim 1958)

DP iktidari ülkede demokratiklesmeyi saglamak iddiasiyla gelmis, ancak uygulamasiyla ülkede cephelesmeyi arttirmis, kendi disindaki siyasi güçleri tasfiye etmeye çalismisti. Bu uygulamalardan birisi de "Vatan Cephesi" adiyla yapilan uygulamadir. CHP'ye karsi kisileri ancak vatansever gören bu anlayis neticesi, radyolarda isim listeleri yayinlanmaya baslandi.
 

Menderes'in uçagi düstü(17 Subat 1959)
DP Genel Baskani ve Basbakan Adnan Menderes'i Londra'ya götüren uçak düstü. 14 kisi öldü. Adnan Menderes sag olarak kurtuldu.

Usak Olaylari (7 Mayis 1959)
CHP genel baskani Ismet Inönü, Usak'ta DP'li bir grup tarafindan saldiriya ugradi. Tansiyon daha da gerginlesti.

Tahkikat Komisyonu (18 Nisan 1960)
DP iktidarinin sonunu getiren en önemli olaylardandir. DP iktidari TBMM'de kendi milletvekillerine olaganüstü yetkiler veren ve CHP'yi kapatmayi hedefleyen "tahkikat komisyonlari"ni gündeme getirdi. Ismet Inönü, bunun üzerine DP'liler için ünlü sözü, "Sizi ben bile kurtaramam"i sarfetmistir.

555 K Olaylari (5 Mayis 1960)
Ankara Kizilay'da ögrencilerin DP iktidarini protesto gösterileri. Ayni olaylar esnasinda Adnan Menderes'te saldiriya ugramistir. Bu olaylar DP iktidarinin sonunu getiren olaylar arasindadir.

Harp Okulu Yürüyüsü ((21 Mayis 1960)

Ankara'da Harp Okulu Ögrencilerinin DP aleyhine gösterileri.

27 Mayis Ihtilali (27 Mayis 1960)
Türk Silahli Kuvvetleri DP iktidarini devirerek, yönetimi fiilen eline aldi. Cumhuriyet tarihinin en önemli dönemeçleri arasinda olan bu olayla 10 yillik demokrasi denemesi son buluyordu. Celal Bayar, Adnan Menderes ve DP ileri gelenleri tutuklandilar. Halk bu olayi sevinçle karsiladi. Orduya sevgi tezahüratlarinda bulunuldu. Cemal Gürsel Devlet Baskanligina getirildi.

MBK Kuruldu (12 Haziran 1960)

TBMM'nin yetkileri feshedildi, anayasanin bazi maddeleri geçersiz sayildi. Onun yerine Milli Birlik Komitesi tüm yetkiyi eline aldi. 38 üyeden olusan MBK fiilen ülkeyi yönetmeye basladi.

Yassiada Yargilamalari basladi (14 Ekim 1960)
DP'li yöneticilerin yargilandigi Yassiada mahkemesi basladi. Bu mahkemeler 203 celse sürmüs olup, 529 sanik, 1063 tanik dinlenmistir. 15 kisi ölüm cezasi, 31 kisi müebbet hapis, 418 kisi muhtelif cezalar almis, 123 kisi ise beraat etmistir. MBK, 15 ölüm cezasindan 4'ünü onaylamamis, Celal Bayar'in cezasi yasindan dolayi hapse çevrilmis, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüstü Zorlu'nun idamlari ise onaylamistir.

14'ler Olayi (15 Kasim 1960)
Milli Birlik Komitesi içinde çeliskiler artmis ve bunun sonucunda 14 subay ordudan uzaklastirilarak, yurtdisina "müsavirlik" adi altinda sürgüne gönderildiler. Bu subaylar arasinda Alpaslan Türkes, Orhan Kabibay, Orhan Erkanli, Münir Köseoglu, Mustafa Kaplan, Muzaffer Karan, Sefik Soyuyüce, Fazil Akkoyunlu, Rifat Baykal, Dündar Taser ve Numan Esin vardi.
Cheap Retro Replica NFL NBA MLB Throwback Football Basketball Jerseys | hp printer ink cartridges refills| Professional Wedding Pianist | Jewelry Making Supplies